Kayıp kıta ‘Atlantis’i bilmeyen yoktur, zira yıllarca birçok efsaneye ev sahipliği yaptı. Ancak dünya çapında sular altında kalan çok sayıda yerleşim birimi var.
Bilim insanları Yorkshire’ın Atlantis’ini” ortaya çıkarmak için harekete geçti. 14. yüzyılda, İngiltere’nin Holderness kenti yakınlarındaki küçük bir liman denize gömüldü. Kasaba Ravenser Odd, iki sel tarafından harap edildi:
BALIKÇILAR KALINTILAR BULDU
Sedimantoloji profesörü Daniel Parsons, kasabayı ilk kez duyduğunda aile plajı gezisi yapıyordu. Parsons, tarihçi Phil Mathison ile konuşurken, ıstakoz arayan yerel balıkçıların gelgitin düşük olduğu su yüzeyinde bazı kalıntılar gördüklerini öğrendiğini söyledi. Bu ilk konuşma, Parson’ın batık kasabaya ve bulunduğu yere olan ilgisini ateşledi. Bir yerbilimci olarak, onu bulmaya çalışacak kişi oydu.
İKLİM DEĞİŞİKLİĞİNİN ETKİLERİ İÇİN UYARI
Parsons sonar sistemini kullanacak kasabayı bulmayı amaçladı. 10 hektarlık arama çalışmasından ise elle tutulur bir sonuç çıkmadı. Parsons yine de çalışmalardan umudunu kesmiş değil. İnsanlardan gelen hikayelerden yola çıkaracak bu suların altında sırra kadem basmış kasabayı aramaktan vazgeçmedi.
Parsons’ın b ısrarının ise bir nedeni var: Napoli Körfezi’ndeki hava koşullarının neden olduğu kıyı erozyonu tarafından tahrip edilen kasabalarla ilgili karşılaştırılabilir araştırmalar, kasabaların basitçe sular altında kalmadığını ortaya koyuyor; deniz dibinde varlıklarının kanıtını bıraktılar.
Hull Enerji ve Çevre Enstitüsü’nün başkanı Parsons için bu, geçmişten ders almak için önemli bir fırsat. Parsons bu düşünceyi şu şekilde açıklıyor: “Bence bu, geçmişten gelen bu hikayeleri kullanarak iklim değişikliğinin uzun vadedeki etkileri hakkında insanlarla sohbete başlamanın harika bir yolu.”
İstediğiniz Yunan ve Roma efsanesinin batık şehirleri ise, efsanevi Atlantis’ten uzak durmalı ve bunun yerine Eski Mısır ve Türkiye’nin kayıp şehirlerine odaklanmalısınız.
Bazen “antik dünyanın Hong Kong’u” olarak adlandırılan Naukratis limanı, Nil Deltası’ndaki bir gölün altında yer alır ve bugün tarlalarla kaplıdır. Şu anda Akdeniz’de Mısır kıyılarında bulunan Thonis-Heracleion ise başka bir hikâye. Burası, ilk olarak II. Dünya Savaşı’nda bir İngiliz savaş pilotu su altındaki yapıların ana hatlarını gördüğünde ortaya çıktı. En parlak döneminde Thonis-Heracleion, tanrı Amun-Gereb’e adanmış büyük bir tapınağa sahip hareketli bir limandı. MS 323-1303 yılları arasında meydana gelen bir dizi deprem, Nil’in Kanopik kolundaki kıyı kentlerini Akdeniz’e gömdü.
Heracleion’daki keşifler şaşırtıcıydı. 2000 yılında dalgıçlar, bir zamanlar şehrin koruyucusu olan Tanrı Hapi’nin başını, deniz tabanındaki alüvyonla kararmış sularda buldular. Aynı yıl keşif gezisinin baş arkeoloğu Franck Goddio, Heracleion’u “zaman içinde donmuş, bozulmamış bir şehir” olarak nitelendirdi. Neredeyse Pompeii’nin sualtında kalmış bir haline benziyordu.
MISIR TEK DEĞİL
Mısır, Akdeniz sularındaki tek Roma dönemi şehri değil. Likya kenti Simena (genellikle Kekova-Simena olarak bilinir), Türkiye’nin güneyinde, balıkçı köyü Kaleköy’ün limanında yarı batık bir konumda yer alıyor. Burası, Perslerden Yunanlara, Romalılara ve nihayet Osmanlılara kadar bir dizi yönetici tarafından yönetildi. Şehir kısmen ikinci yüzyıldaki bir depremle battı. Bölgenin güzelliği ve kalıntılara erişim kolaylığı (varsayımsal olarak içlerinde kürek çekebilirsiniz), turizmden kaynaklanan yıkıma karşı savunmasız oldukları anlamına gelir. Sonuç olarak, 1990 yılında Türk hükümeti kıyıda yüzmeyi ve dalış yapmayı yasaklamak zorunda kaldı. Kekova şu anda UNESCO statüsü için değerlendirilen siteler listesinde yer alıyor.
Bir limanın veya kıyı kentinin aniden yıkılmasını yaşayanlar için, bu tür olaylar teolojik yorumlama için olgunlaşmıştı. 7 Haziran 1692 tarihinde Port Royal, Jamaika’da 1.000 ila 3.000 kişinin hayatını kaybettiği bir deprem ve tsunami meydana geldi. Kaptan Morgan’ın gömüldüğü mezarlık da yok oldu. O zamanlar kendisini saldırılardan korumak için mücadele eden İngiliz kolonisi, en çok seks işçileri, rom (içki) ve bir tür geçici paralı donanma görevi gören korsanları ile tanınıyordu. Yıkımın görgü tanığı olan Port Royal’deki bakan Emmanuel Heath, depremi “Tanrı’nın korkunç bir Yargısı” olarak nitelendirdi. Gözlemciler için limanın yıkımını “dünyadaki en kötü şehir” statüsüne indirgemek ve Tanrı’nın insanları doğal afetlerle cezalandırdığı teolojik bir şemaya yerleştirmek kolaydı.
Ancak, Matthew Mulcahy’nin yakın zamanda tartıştığı gibi, o zamanlar bile, insanlar sorunun jeolojik olduğunu biliyorlardı. 1670’lerin başlarında bir İngiliz valisi, limanın inşa edildiği arazi boynunun “gevşek bir kumdan başka bir şey olmadığını” belirtmişti. Modern bilim insanları da aynı fikirde. Taíno halkının bir yüzyıl önce orada bir yerleşim yeri kurmamasının nedeni de tam olarak buydu. Günümüze kadar, Port Royal Projesi’ne katılan deniz mühendisleri ve arkeologlar, şehrin birçok binasından sekiz tanesini araştırdılar. Heracleion’da olduğu gibi, kalıntıların mükemmel durumu Pompeii ile karşılaştırmalara yol açtı.
Avrupamerkezcilik (Eurocentrism), çoğu insanın Atlantis’i duyduğu anlamına gelir. Bununla birlikte, daha az ünlü olanı, Hindu tanrısı Krishna’nın güzel efsanevi evi olan Dwarka’dır. Efsaneye göre antik şehir, Krishna’nın kendisi tarafından inşa edildi ve bir zamanlar değerli metallerden ve taşlardan yapılmış 700.000 saraya ev sahipliği yaptı. Krishna, Martha’daki amcasını öldürdükten sonra oraya yerleşti. Mahabharata, Krishna manevi âlem için Dünya’yı terk ettiğinde, Dwarka şehrinin ve sakinlerinin okyanus tarafından yutulduğunu aktarır. Modern Dwarka şehri, Kuzeybatı Hindistan’daki Gujarat bölgesindeki terra firma’da yer alıyor ve Hindular için önemli bir hac bölgesi. Bununla birlikte, uzun bir süre boyunca, bu efsane sadece bir efsane gibi görünüyordu.
2000 yılında, yaklaşık 70 yıllık arkeolojik araştırmalardan sonra, National Institute of Ocean Technology, kirliliğin etkilerini inceleme çabalarının bir parçası olarak Khambhat Körfezi’nde bir insan yerleşiminin kanıtlarını keşfetti. Çömlekçilik, heykel ve insan kalıntılarının hepsi keşfedildi, ancak önemleri hakkında bazı tartışmalar başladı. Ahşap örneklerinin karbon geçmişi, 9.500 yaşlarında olduklarını gösterse de, bunların çoğu, küçük parçaların antik bir şehrin kanıtı olup olmadığına inanılmasına bağlı. Hint arkeoloji topluluğunun önde gelen üyeleri, sonuçları hızla çürüttü. Keşfedilen nesnelerin, doğal geofact (doğal güçlerin şekillendirdiği kaya) olabileceğini ve deniz tabanının sürüklenmesiyle toplanan çok küçük parçalar olabileceğine dikkat çektiler. Bu arkeolojik eserleri toplama yöntemi, nereden geldiklerini bilmeyi imkânsız kılıyor. En iyi ihtimalle, jüri hala antik Dwarka’nın Arap denizine düştüğü efsanesi için kanıt olup olmadığı konusunda kararsız.
Bazı sualtı şehirleri gerçek turistik yerler. Bir hidroelektrik barajı inşa edildiğinde kasıtlı olarak bir rezervuara batırılan Çin’deki Lion Şehri (Shi Cheng Şehri) güzel bir şekilde korundu. 1.400 yıllık şehir sadece yarım yüzyıldır su altında ve bu nedenle mükemmel durumda. Uzman seviyesindeki tüplü dalgıçların bölgeyi ve suda nöbet tutan aslan heykellerini keşfetmelerine izin verilir. Benzer şekilde, nitelikli dalgıçlar Türkiye’de, Simena kalıntılarının yakınında yüzebilir (ancak oraya kadar değil) ve cam tabanlı bir tekneyle alanı gezebilirler.
Kafalarını dünyanın suyollarından dışarı çıkaran ve ziyaretçileri çoğunlukla batık basamaklarından aşağı çeken antik şehirlerin sayısı göz önüne alındığında, hiç var olmayan efsanevi bir şehir olan Atlantis’e takıntılı olmaya devam etmemiz gerçekten dikkat çekici.
Kayak: Kibar Cesur – Arkeofili